Her zaman bir başka kokar gitmek… Farketmez nereden
gidildiği, o koku hep ordadır, burnumun ucunda.
Şehirler insanlara benzer, ondandır aynılığı bir insanı arkada bırakmakla, bir şehri arkada bırakmanın. Şehirler de nefes alıp verir,
uyur, uyanır, bazen uyku tutmaz, geceleri günlerine karışır. Şehirler de içinde
yaşayanlar gibi bazen güneş açar, bazen çiçek, bazen yağar, gürler. Şehirler de
içinde taşır, üstünde taşır tarihini, tarihleri… İnsan kadar canlı, ölmüş bir
dil gibi bitik ve yenik olabilir. Sever, severse içinde barınmasına izin verir.
Değişebilir, güzelleşebilir, çirkinleşebilir. Görür, duyar, hisseder.
Böyleyken, el salladığım sadece bir toprak parçası, onun
içindeki bir ev, birkaç ağaç değildir artık. İnsanlara karışmış, tanıdığım
yüzlerle karışmış, adı olan, sesi olan bir canlıdır. Ve her toplanma vakti geldiğinde, üzerime çöken, bavulların kapanmasını zorlaştıran, onun, bana yorgunluğumu hatırlatan
gülümsemesidir. 'Beni sevmedin mi, neden gidiyorsun?' diye soran sesi… Oysa gitmenin
sevgiyle ne ilgisi var! Bunu ne şehirler anlar, ne insanlar…
Ne kadar süreyle bir şehirde kaldığınız farketmez. Önemli
olan ne kadar sindirdiğinizdir o şehri. Örneğin, geceleri sokaklarda kimse
olmasa bile, kulaklığınızla gezebiliyor musunuz? Ya da herhangi bir güzergaha,
kaybolmaktan korkmadan, şehrin yerlisi gibi gidebiliyor musunuz? Ne zaman
yağmur yağacak kestirebiliyor musunuz? Öyleyse, şehirle bir bağ kurulmaya
başlanmış demektir. Fakat ne yazık ki bağ kelimesi, bağlanmak fiilinin isim
halidir. Yani bu bir insan için de, şehir için de büyük bir yüktür! Öyleyse artık
gitme vaktidir…
Gitmek, biraz da kalanın seçimidir. Yani şehir de bakar ki
kavrayamadı istediği gibi kişiyi belinden, bırakır… Salar gitsin diye. Ama
herkes biraz üzülür bu döngüde tabi. Trajik olan her defasında aynısının
tekrarlanmasıdır!
Fakat birçok sebepten, katlanılır gitmenin bedeli. Sürekli yer değişimi… Su durgun kalmasın,
devamlı kendini temizlesin diye belki. Bağlar çok güçlüyse zaten kalır, aksi
halde biz birbirimize aitizcilik oynamayalım
diye belki. Başka okyanuslardaki dalgalara da çarpmak, başka kumlara da
yapışmak için belki. Her nedense, uzun kalamamak. “Misafirliğin kısası makbuldur” diye öğretildi bize, ondan belki.
Nasıl farklıysa kokusu gitmenin, geri dönmenin de farklıdır.
Biraz is kokar bana sorarsanız, biraz da rüzgar. Fakat ne gariptir aynı kokuyu
bulamayışım… Nasıl bulabilirim ki? İnsanlar aynı kalmaz, iklimler bile
değişirken, şehirler nasıl aynı kalabilir? Nasıl bulabilir insan, yıllar önce
yediği dondurmanın lezzetini? Bu iki nedenden olabilir; ya bizim ağzımızdaki
tat değişmiştir, artık ağzımızda başka bir tat vardır ya da gerçekten dondurma!
Yani ya o sahil değişmiştir (ki bu çoğunlukla olmaz), ya da o sahile bakan
gözler… Bunun melankolik bir yanı olmadığını kim iddia edebilir? Fakat
gülümsemek doğamızda var, mutluluk içimizde… Ve ne kadar hüzünle dolu olsa da
gitmek ya da dönmek ve tekrar gidip tekrar dönmek, daireler çizmek zaman zaman,
neyse ki umut var, yeni hislerin güzelliğine dair…
Şu saatte boğazda kaldırılan tüm kadehler, yer
değiştirenlerin ve değişenlerin şerefine…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder