MOSKOVA
Böyle derin psikolojik analizleri okuduktan sonra, dönüşüm
ve değişim süreçleri içerisinde gezinmeye başlaması kaçınılmazdı. Kurtlara korkmadan, daha
önce hiç bakmadığı gibi baktıktan sonra çıkıp ormana gitmemesi mümkün değildi. Çünkü tüm okudukları, “Ormana gitme!”
diyen sesleri bastırmıştı ve küçük kız (ya da orta yaşlı kadın mı demeliyim?) bir
kez daha ormana gidecekti. Bir kez daha diyorum, çünkü daha önce de
“ Yapma, gitme!” diyen sesleri her nasılsa içinde bastırmış ve yine gitmişti. Şimdi biliyordu daha önceleri bu sesleri
nasıl bastırdığını. Kuru ve soğuk seslerle, samimiyetsiz ve korkak yüzlerle,
hayalsiz ve nedensiz bedenlerle nasıl savaşıldığını ve kendini ya da onları
iknayı, nasıl yaptığını biliyordu. Artık FARKINDAydı.
Son sayfayı okuyup bitirdiğinde, kitabın sonuna günün
tarihini attığında, birşeyler yapmadan öylece oturamayacağını, hiç okumamış ve
bu öyküleri hiç dinlememiş gibi davranamayacağını hissediyordu. Hisleri, okumaya başladığında bu kadar
yoğun değildi ama devam ettikçe daha derinde, daha cok hissetmeye başlıyordu. Belki bu nedenle, belki başka nedenlerden
dolayı süreci uzatıyor; okuyor, kalkıp geziniyor, sonra yeniden gelip okumaya
oturuyor, dolaşıyor, hatalar yapıp yeniden geliyor, öfkeleniyor, sakinleşiyor
ve tekrar okuyor, dans ediyor, koşuyor ve tekrar okuyor, seviyor, kaçıyor ve
tekrar okuyor ve tekrar okuyordu.
Peri masallarıyla büyümüş kız çocuklarının, farklı öyküleri
ya da aşina oldukları öykülerin arkasındaki gerçekleri ilk okuyuşta kabullenmeleri
ve sindirmeleri beklenemezdi. Düşünmek gerekiyordu, hem hissetmek hem düşünmek…
Bazen ikisinin birlikte nasıl yapılabildiğini anlatmak zordu. Okunanların,
öykünün arkasındakilerin beyinde kendine bir yer bulması ve bu iletimin
istemsiz olarak düşünceye dönüşmesi ile bu düşüncenin bir üst enerji seviyesi
olan hislere evrilerek ruha yerleşmesi… Evrimin acısız olması beklenemezdi ve
her evrimde olduğu gibi artık bir anlami ve önemi olmayan fonksiyonlar ile işe
yaramayan tüm uzuvların yani evrime engel olabilecek her türlü oluşumun
körelmesi, atılması gerekiyordu. Bunların varlıklarını sürdürmesi
engellenmeliydi.
Başlarda bir toz bulutu gibi belli belirsiz “İçimde bir his
var” olgusuydu. Ya da “İçimde bir heyecan var” veya “6.hissim kuvvetlidir”. Bu farkında olmadan hissetme durumu,
okuduklarıyla farkında olmaya
dönüşüyordu. Bu dönüşüm, dönüştürme isteğini de beraberinde getiriyor ve onu ağlatıyor,
güldürüyor, yoruyor ama güçlendiriyordu. Bu, hep vücudunda olan ama şimdiye kadar hiç kullanılmamış kasların
nasıl çalıştırılacağını bilmemek ve bunu keşfe çıkmakla aynı şeydi. O kasların ilk kez kullanılması nasıl can
acıtırsa, bu hisler ve düşünceler de ilk ortaya çıktıklarında acıtıyorlardı.
Onunla tanıştıktan sonra O sanki hiç varolmamış, hiç
hayatında olmamış gibi yapamazdı. O olayı/anı/dönemi yaşadıktan sonra, hiçbir
şey yaşanmamış gibi, tıpatıp eskisi gibi olamazdı. O filmi izledikten sonra, o
duruma ve/veya o durumdaki kişilere aynı gözle bakamazdı. Duydukları karşısında heyecanlandıktan
sonra, benzer cümleleri hiçbir şey yokmuş gibi karşılayamazdı. Okuduklarından
sonra, öykülerden ve onların içinde gizli, daha önce görememiş, farkına
varamamış olduğu duygu durumlarını ve olguları sezdikten sonra, hareketsiz
kalamazdı. Çünkü belli belirsiz bir hisle biliyordu; bunun bir işaret olduğunu
ve olacaklar için gerekliliğini. Bazen bir kanıt yoktur ama bilir insan. Hangi
seçimin doğru olduğunu ya da gitmenin mi kalmanın mı, onunla geçecek bir
hayatın mı onsuzluğun mu doğru olduğunu ve daha birçok şeyi. Nasıl bildiğini
bilmeden, anlamadan ve yeterince farkına varamadan bilir. İşte öyle biliyordu. Ve onu farkındalığa sürükleyen bu sürecin sonunda,
artık yazmak zorundaydı, bağıra bağıra yazmak… Çünkü bu farkındalık durumuyla
baş etmenin henüz başka bir yolu yoktu. Hayır hayır, bir şey daha vardı-
GİTMEK.
Sonunda gideceğini biliyordu; gitmesi gerektiğini de. Bu
nedenle kalıyor, dönüyor ve tekrar gelip okuyordu. Gideceğini kendine bile söylemiyordu,
sadece fısıldıyordu. Çünkü ait olamama durumu, yüksek sesle söylenecek birşey
değildi. Toplum tarafından hoş karşılanmadığı gibi, bunu haykırmak söyleyene de
pek iyi gelmezdi. Ve aslında süreci uzatmak, kaçınılmaz sonu da engellemiyordu;
olacak olan olacaktı. Süreci uzatmak,
sadece farkındalığı sindirmeye yardımcı olacaktı. Karar zaten verilmişti de
bunu açıklamaya yardımcı olacaktı zaman. Hem kendine hem ardında kalacaklara…
Çünkü gitmek, gidenin kendisi için başlı başına zor bir durumdu da bir de açıklamalarla
yorgun düşürürlerdi insanı. Bu
yüzden güç toplamalıydı bu süreçte. Mitlerden ve arketiplerden ilham,
eski Tanrıçalardan güç ve tüm zamanların en inatçı kadınlarından destek
almalıydı.
Farkındalığını anlıyordum. Haklıydı; öyküler, gizlemiyordu, anlatıyordu.
Sadece biz okuyucular yeterince derine inemediğimizde göremiyorduk. Pamuk
Prenses’i her daim mutlu, Külkedisi’ni zavallı ve hepsini çok şanslı
sanıyorduk. Bu doğru değildi. Aslında onlar, ihtiyacımız olan öykülerin gerçek
karakterleri bile değildi. Çünkü bizi iyileştirecek, yol gösterecek, ilham
verecek olan öykülerin gerçek karakterleri bizdik. Biz, bizim gibiler,
kendimiz. Öykülerin, içimizden ve tam da şu anda varolan hayatlarımızdan geldiğini
birinin bize söylemesi, bizi ürkütürdü. Bundandır ki, Külkedisi’nin hakettiği
mutlu sona tutunarak talihsiz(!) başlangıcının arkasına saklanıyorduk. Küçük
Kibritçi Kiz’a acıyor, üzülüyor ve arkamızı dönüp hemen unutmayı seçiyorduk.
Bizim için öykü buydu, bu kadardı ve bundan ibaretti.
Ne var ki bu kez, kaçmak yoktu. GİTMEK vardı ama KAÇMAK
yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder