Küçük bir Fransız köyü, susan kızgın bir kadın, sonsuz
deniz… Öfkesine yakın, mutsuzluğuna aşinayız sanki… Sanki oradayız, oradaydık.
En azından bir keresinde geçerken uğradık.
Angelina Jolie Pitt’in yazıp yönettiği ‘By the Sea’,
hikayenin bir kadın tarafından kaleme alındığını hissettiriyor. Bir kadının
üzüntüsünü, çok istemesine rağmen affetmekte zorlanışını, kelimelerin
lüzumsuzluğunu ve konuşmanın yersizliğini yaşatıyor. Bir adamın belki geç
kalmış çabasını, mutlu evlilikleri, mutsuz evlilikleri ortaya çıkarıyor,
yitirilenleri düşündürüyor.
Ne zaman düğüm olur insanlar? Neden içinden çıkamazlar? En
güzel başlangıçların hazin sonları… Ama neden? Kişiler mi ayrı ayrı güçsüzdür
yoksa aralarındaki bağlar mı? Fedakarlık
nedir? Nasıl ve neden yapılır? Bir
kadının yaşam sevinci ve enerjisi nasıl yok edilir? Sonra, enerji yoktan var
edilebilir mi? Bu termodinamiğe aykırı değil mi? Gerçekten denizin bile
aydınlatamayacağı karanlık taraflarımız mı var? Ne kadarını saklıyoruz
susarken?
Soruları uzatmak gereksiz. Hem zaten soru sormak felsefenin
işi, benim değil.
Ne var ki üç farklı evlilikte, farklı benlikler sorgulatıyor
film. Farklı benliklerimiz ve her birine ait hisler… Yeni evlilerin heyecanı,
eskimiş ve yıpranmış çiftlerin birbirlerine dokunamayışları, kaybedilenin
ardından tutulan katıksız yas, derin özlem. Ve her akşam eli boş dönmesine
rağmen inatla her sabah denize açılan, kürek çekmekten vazgeçmeyen bir balıkçı.
“ Well done baby! You destroyed a happy marriage.” repliğine
rağmen Dağıtın ama bırakmayın
kokuyor. Umudu yitirmek mi? Tamamen mi? Hayır, bunun için çok erken. Mutlaka
tutunacak birşey kalmıştır.
Öyle. Her zaman vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder